ÖYKÜ 

KAPAK

Çelik tencereyi iyice kuruladı, masaya koydu, kapağı kuruladı ardından, tam tencerenin üzerine yerleştirecekken yüzünü gördü kapakta. Kulp yüzünü ortadan ikiye böldü. Yüzü yanlardan yayvan, tepeden basık bir görünüm aldı. ‘Ağlasam mı gülsem mi’ kararsızlığı içinde kulpun iki yanına yayıldı dudakları. Gülümsedi, hüzün kapladı yüzünü. Ev işlerinin kadını boğduğunu, kadının gelişmesinin önünde engel olduğunu, ucuz, sömüren bir iş gücü olmasının yıkıcı sonuçlarını anlatan bir dizi seminere, eğitime ve eyleme katıldıktan sonra kendisini tencere-kapak kurularken bulunca ürperdi. Hızla bıraktı kapağı masaya, bezi fırlattı, bez, tezgâha değdi, ha tutundu ha tutunacak, olmadı, yere düştü. Dayanamadı, bezi kaldırdı yerden, yıkanacaklar arasına girmişti artık bu bez.

Yıkanacaklar, silinecekler, tozu alınacaklar, yerleştirilecekler kendisini bekliyordu, kendiyse bir telefonu.

Kapağı tencerenin üzerine koydu. “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” sözü geldi aklına. Çok saçma buldu birden, ne saçma bir sözdü; çünkü her tencere için, hele elindeki model için geçersizdi.

Sima yuvarlanmış, aradığını bulmuş diye düşündü, yok belasını bulmuş dedi, belalısını bulmuş, bencilini bulmuş, konuşma düşmanı birini bulmuş. İçinden dışına doğru gittikçe yükselen bir ses duydu. Kendi sesini duydu. Kapağı aldı eline, tenceresinden ayırmak istedi onu sonsuza dek, kapağı kapak olmaktan çıkarmak istedi. Kapağı ayna yapmak istedi. Çelik kapak bir yansıtıcıydı, hayır, bir göstericiydi, güleç yüzünü hüzünlü göstericiydi. Ayna güleç yüzünü yine güleç gösteriyordu, mutluyken de güleç, mutsuzken de güleç. İyi hissettiğinde de güleç, kötü hissettiğinde de güleç. Ayna yüzünü, hani kesilmiş, hani yüzülmüş, hani pişirilmiş ve bir çengele asılmış, yine de sırıtkanlığını korumuş bir kelle gibi gösterendi. Hani o gerçekle bağını koparmış, ne muamele görürse görsün, ne kadar ezilirse ezilsin, sömürülürse sömürülsün hep mutlu olan, hep bir kelleye benzeyen insanlardan birinin yüzü gibi. Kendinin yüzü gibi…

Gözünde çapak var mı, burnu temiz mi, yeni aldığı farın parlaklığı elbiseye uydu mu, rujla far uyumsuz mu, pudra yüzünde istediği gölge derinliği verdi mi, saçları gittikçe zayıflıyor muydu, bu şampuan biraz canlandırmış mıydı, tüm bunlar için ve daha birçok şey için kapağa bakacaktı artık, kapağı ayna yapacaktı. Kapak duygu durumunu gösterdiğine göre, içindeki hüznü açığa çıkardığına göre, hüzünlüyken hüzünlüsün dediğine göre; pissin, temizsin, güzelsin, çirkinsin, şişmansın, zayıfsın, sarışınsın, esmersin… Şekilsel olanı haydi haydi gösterirdi.

Adı Sima, siması güleç… Kralın çıplaklığını gördüğü halde görmemiş gibi yapanlardan biri, her durumda, her konuda değilse bile yine de gözünü köre çevirmişliği olanlardan biri.

Gören göz kör göze çevrilebiliyordu. Gören gözünü kör göze çevirebilen o kadar çok insan vardı ki. Tabii, hepsi farklı düzeyde, farklı konularda…

Kendisini ev işlerine adamış, kocasına ve oğluna bağımlı olmayı mutluluk addeden ev kadını, çocuğunu koleje göndermeyi eğitimlerin en iyisi sayan ebeveyn, yaş haddinden emekli olana kadar çalışarak kendisini, halka hizmet ettiğine inandıran kamu çalışanı, kendisini eğitimci sanan memur öğretmen, halkın vekili olduğunu iddia eden milletvekili, sanal gerçekliği dünya sayan genç, aşkı bulduğunu düşünen sevgili, beraberliğin yalnızlığı ortadan kaldıracağına inanan Sima.

(Bu öyküyü yazınca yazar olduğunu zanneden ben!)

Hiçbir konuda körleme yapmayan, bunu başaran insan var mıydı, insanlaşan en insan o olurdu herhalde: Hiçbir konuda körleme yapmayan, gördüğünü inkâr etmeyen, hakikate gözünü yummayan!

Beraberliğine körleme yapan Sima, kapak yüzeyinde, sırıtkan dudaklarıyla, ‘ağlasam mı gülsem mi’ kararsızlığında görünce yüzünü, yaşadığı, hissettiği ne varsa onları da gördü. Gerçek anlamlarına kavuştu yaşanmışlıkları ve hissettikleri yüzünde.

Körleme yapmaya izin vermedi kapak. Denedi, zorladı kapağı. Önce soldan sağa, sonra sağdan sola, daha sonra aşağıdan yukarıya çevirdi. Tam daire yaptı. Sol elinde tuttu, sağ elinde tuttu. Yine de içindeki hüznü, kırılganlığı, yalnızlığın biçimlerini ve içindeki hiçbir yere varmayan çok anlamlılığı gösterdi kapak.

Beraberliğindeki yalnızlığın yüzüne düşen izlerini gösterdi, bu izleri sürmek zamanının geldiğini de.

On dört yıl önce, bir arkadaş grubuyla gittiği konserin çıkışında tanıştılar, hızla hayatları hemhal oldu, dün bir bugün iki demeden, sen kimsin ben kimim demeden bir araya geldiler. Sevginin gücü, çekimin sihri, aşkın büyüsü içinde hissedişlerini sundular birbirlerine, tenlerini, gündelik yaşam düzenlerini sundular. Hissedişler değişti, tenler canlandı, gündelik yaşam akışı hızlandı, yalnızlık evrim geçirdi. Yalnızlık kendisine ait olan bir yalnızlıktan çıkıp başkasının yarattığı bir yalnızlığa evrildi. Aynı evi paylaşınca, aynı yatakta yatınca, ateşli sevişince yalnızlık kırılmadı, güdümü bir başkasında olan yalnızlık haline geldi.

Sima, kadın haklarını, çocuk haklarını, evrensel tüm hakları ve özgürlükleri savunuyordu. Serhat, halkının özgürlük mücadelesini veriyordu tanıştıklarında. Ülkenin ağır, zor, çok bedelli davasında, mücadele içinde yolları kesişti, hayatın pek çok olasılığından biriydi bu kesişme. Sevişmeleri, bir araya gelmeleri, aynı eve geçmeleri de öyle. Kaçınılmaz bir çekim gücünün etkisi altında başladı beraberlikleri.

Beraberlik fiziki, fiili, sosyal, duygusal faylar çizer ve oralardan kırılır.

Körleme yapmak kırılmaya karşı bir önlemdir; oyalamaktır, oyalanmaktır, ertelemektir, ertelenmektir, susmaktır, susturulmaktır.

Ortamın ötekisi yapılmak, konuşamamak, içine doğru akan gizil konuşmalara düşmek, monolog ustası haline gelmektir.

Körleme yapmak; farklı düşündüğün konuları dillendirdiğinde dinlenmemeyi öğrenmek, sevgi sözcüğünün boşa harcanmasına tanıklık etmek, eş olmayı sözde kılmaktır.

Aşk varken yokmuş, yokken varmış gibi davranmaktır.

Gerçeği ıskalamak, an denen zaman birimini baştan savmaktır ve sıranın bir gün sana geleceğini bile bile en ağır sessizlikle görmezden gelerek “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sloganını, kamusal alanda yüksek sesle dışarı, özel alanda sessizlikle içine atmaktır.

Bir zamanlar, “Bebeğimsin, hayatımsın, canımsın” sözlerini durmadan söyleyen Serhat, altı ay önce bir fiske vuruşu gibi, bir tuş dokunuşuyla engelledi Sima’yı. Hukuksuzluklara, baskılara birlikte göğüs germemiş gibi, ağıtlarda birlikte ağlamamış, İlyas Salman filmlerine birlikte gülmemişler gibi engelledi.

Faşizme karşı birlikte dik durmamış, devletin, Serhat’ın elinden almak istediği özgürlüğünü korumada birlikte hareket etmemişler gibi. Ülkeden çıkarken risk alıp arayarak Sima’ya “Seni çok seviyorum” diyen adam kendisi değilmiş gibi engelledi. Yeni bir düzeni vardı artık Serhat’ın, dört yıl önce gittiği ülkeye sığınması vardı, yeni ortamında kendisine ihtiyacı olmadığını hissettiren tutumlar içinde, gittikçe sertleşen bir dili vardı.

Üstelik bu tutumlardan üzüntü duyduğunu anlatmaya çalışan Sima’yı ne dinlemek ne de onunla bu konuları konuşmak istiyordu artık. Bir zamanlar kapitalist yozlaşmanın ürünü diye birlikte eleştirdikleri tutumlara yeni coğrafyada dâhil olmuş ve belki de Sima’nın düşünmekten korktuğu bir biçimde yeni bir kadınla beraber olmaya başlamıştı.

Altı ay boyunca bu engellemenin kalkmasını bekledi Sima. Ağlaya ağlaya, hasta yatarak inleye inleye, uyumadığı gecelerde sorgulaya sorgulaya bekledi.

Aslında beklediği insani bir yürek dokunuşuydu. Beklediği, ‘Bu kadar da olmaz, onca yaşanmışlık yok sayılmaz’ düşüncesine uygun bir davranışın gerçekleşmesiydi.

Kabalığın cüreti değil, duyarlılığın kibarlığıydı beklediği. Beklediği, aslında önce bir kadını çocuğuyla ortada bırakan, çocuğunun bile sorumluluğunu almayan bir adamın geç kalmış sorumluluğuydu, daha sonra bir başka kadını çıkarları için kullandığını söylerken utanmayan, ayrıldıklarında evde olduğu halde, belki sorunları konuşmak üzere konuşmaya gelen kadına, kapı arkasına saklanıp bir akrabası aracılığıyla, kendisi için “Evde yok” dedirten utanmaz kabalığının telafisiydi.

Beklediği, beklememesi gerekendi aslında.

Beraberliklerini sorumsuzca ve kabalık içinde bitirişlerini öğrendiğinde, kadınlar adına çok üzülmüştü. Bir şeyler söylemeye çalışmış ancak dinlemeye yüreği olmayan bir adamın üste çıkmak için tuhaf karalamalarına maruz kalınca uzatmamış, susmuştu. Susmuş olmasına ve kapıyı çarpıp çıkmayışına, ertesi gün ve başka günlerde yine bir şeyler söylemeye çalışarak aynı duruma kendini maruz bırakmasına, kendi kendisine çok kızgındı Sima. Beraberliğin hoyrat bir sorumsuzluk, kaba bir bencillik içinde dürülerek eline verilmesinden tarifi imkânsız bir üzüntü, bir utanç duydu. Altı ay boyunca bütün bunların telafi edicisi bir telefonu umut körlemesi yaparak bekledi.

Beraberliği sürdürmemek değildi ağrına giden, hiçleşmek, beraberliğin böyle, bir teknolojik zorbalık içinde hiçleştirilmesiydi.

Kapak, güleç yüzünü hüzünlü yüz olarak ortaya çıkarmakla bu bekleyişe son verdi. “Durum neyse o, bekleme yapma, körleme hiç yapma” dedi. “Beraberlikteki yalnızlığın kendi yalnızlığından daha yıkıcı” dedi. “Kapak, kapak, güzel kapak, söyle bana”… Bir ağlama geldi ki dakikalarca, saatlerce…

Beraberlik yalnızlığından öz yalnızlığa geçiş dönemiydi artık. Artık beraberliğe dair körleme yapmayı bırakma dönemiydi.

Bir psikoloğa danışacak; “bir adamın açıklama sorumluluğu bile duymadan, acımasızca, yüreksizce beraberliklerini sonlandırmasında, annesini küçük yaşta kaybetmiş olmasının etkisi olup olmadığı” sorusunu soracaktı. Yeni dönemi böyle başlatacaktı.

Ailesinden ve halkından mezarı bile olmayan kayıplarının, yüreğinde açtığı derin yaranın da etkisi var mıdır?” sorusunu da… Yok, bu soruyu soramazdı!

Örtücü olan kapak kendisinde açıcı olmuştu. Körleme yapması durunca gözü açıldı, kırılan yüreği geldi gözüne. Beklemenin kendi kendisine yapacağı büyük kötülük olacağını gördü. On dört yıldır yaşadığı aşk, taşıdığı sevgi, sürdürdüğü beraberlik, beraberlik içindeki yalnızlık kapak olsun diye çantasındaki aynayı çıkarıp masaya koydu, kapağı ayna yapacak, her yere yanında taşıyacaktı, varsın olsun ağır gelsindi, büyük olsundu. Ne ağırlığı hiçleştirilmekten ağır gelebilir ne de büyüklüğü beraberlik içindeki yalnızlıktan büyük olabilirdi. Kapağı sığdırabilmek için daha büyük bir çantaya ihtiyaç vardı ve daha büyük bir çantası vardı. Babaannesinden kalan eski antika ceviz gardıroptaydı. Babaannesinin söylediği “Yanında ne taşımak istersen heybeni ona uygun seçersin” sözünü hatırladı, “İlahi babaanne,” dedi, “sen nasıl da yaşamı çözmüş bir ilişkiler kadınıydın, çok genç dul kalan sen beraberliğini yıllarca sırtında nasıl taşıdın?

Kapak olsun!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar